Bu reankernemde hayat bulduğum bedenin içinde bulunduğu şartlar beni sürekli “neden” sorusunu sormaya itti. Büyük ihtimalle bu “neden” soruları aynı gölgem gibi hayatım boyunca beni takip edecek. Sizi hayat boyu takip edecek bu olgunun kuş tüyü kadar hafif yada kaya kadar ağır olmasını belirleyen ufak bir fark var; “neden” sorusunun neden sorulduğu.
İnsanların çoğu “neden” sorusunu sormayı, altında ezildikleri sorumluluklardan kaçabilmenin farklı bir yolu olarak görürler. Halbuki “neden” sorusunu sorabilmek, insanları görmekten en çok korktukları gerçeklerle yüzleştirir. Yani kişiye sadece sorumluluk yüklemekle kalmaz, büyük bir cesaret de gerektirir. İlkokuldaki öğle aralarımın çoğu tek başıma, boyumu aşan düşünce ve sorularımın içinden çıkabilmek için debelenmeyle geçiyordu. Sorularımın cevaplarına inanılmaz yakın olmak ama bir türlü tutamayıp cevabı hissedememek, o yaşlarda bir çocuk için çok ağırdı. Hele hele bu sorular, hayatında yaşadığı bütün sorunlarla ilgiliyse. Zaman akıyordu, bu da değişecekti.
*****
Ailemle yaptığım sohbetler ve tartışmalar benim için her zaman zorlu, çekici ve şaşırtıcı olmuştur. Yaptığımız sohbetler çoğu zaman benim problemlerim üzerimden gittiği için sohbetleri derinleştiren yada yüzeyselleştiren taraf çoğu zaman ben oldum. Buradaki en büyük problem karışımdaki insanlarla olan yaş ve bakış açısı farkını hissediyor olmamdı. Onlarda bendekinden farklı birşeyler vardı sanki, dilimin ucundaydı, açıklayamıyordum. Sohbetler benim için işin içinden çıkılmaz derinliklere ve karmaşıklıklara varsa da, çok büyük ihtimalle karşımdaki insanlar için yüzeysel ve geçiciydi. Ben zaten zihnen hazır şekilde sohbeti derinleştirirken, iş çoğu zaman babamın, mühendis kafasıyla bile işin içinden çıkamayacağı noktalara varabiliyordu. İşte tam o ‘an’da neler yaşadığım muhteşem bir berraklıkta. Gerilen bir alt dudak… Herşeyin anlaşıldığını anlatan bakışlar… Herşey anlaşılmış gibi görünse de, aslında kendi güvenli alanına çekilip düşünmeyi bırakmak istemek. Bir de dudaklardan dökülen şu sözler; ‘Yine başladı benim filozof oğlum’…
*****
8 yaşında ailemle bir akşam yemeğinde yaşadıklarım, bana “neden” sorusunu sorabilmenin sandığım kadar ucuz olmadığını öğretti. Okulda yaşadığım klasik sorun dolu bir günden sonra, sofrada anne babamın kafasını ütülemek için tekrar yerimi almıştım. Ben kendimi kaptırmış, yine ağlamaklı bir halde günümü anlatırken, gün içinde kafamda döndürdüğüm bütün soruları taramalı tüfek gibi onlara soruyordum. Tuvaletini bütün gün tutup, son anda dayanamayıp altına kaçıran çocuk gibi, gün içinde biriktirdiğim bütün düşünceleri güzel bir sofranın üzerine kusmuştum. Utanmayarak, üzülmeyerek, hakkımmış gibi… Tam o anda daha önce hiç yaşamadığım bir şey oldu. Babam kafama yumuşak bir fiske vurdu:
“Boşver oğlum, çok fazla düşünme, insanın başına ne gelirse ya meraktan ya y*raktan gelir. Kafana takma, bugünlerde geçecek.”
Canım babam kendi doğrularıyla, bakış açısıyla sorunumu elinden geldiğince gidermeye çalışıyordu, art niyeti yoktu. O sıralar ani duygu patlamaları yaşayan ben, bir kahkahayı basıvermiştim. Kendimi iyi hissetmeme neden olmuştu bu söylediği, bütün gün içimi kemiren bütün sorunlarım sabun köpüğü gibi yok olmuştu sanki. Y*rak demişti en başta, ne kadar da komikti değil mi? Ya cümlenin geri kalanı?
*****
Her insan, ailesinin dünyasının içine doğar, onların düşüdür. Kendi düşü ise onların. Ama aynı her insanın, anne babasının kendi içinde yaşadığı dünya gerçekliğinden çok da anlamadığını fark ettiği bir an vardır. Bunu fark etmek de çok büyük cesaret ister, çünkü anlaşıldığı an, artık bazı konularda tek başına kalındığını da anlamak gerekir. Aynı onların kendi anne babalarının onları anlamadıklarını fark ettikleri o an gibi… Aynı benim çocuğumun ileride aynı şeyi fark edeceği o an gibi… Aksini iddia etmek, dünyanın en büyük ahmaklığıdır. Entropiyi yok saymaktır herşeyden önce. Doğru görülen şeylerin sabit olduğunu düşünme cürretkarlığıdır. Zaten dünyadaki çoğu sorun buradan doğmaz mı? “Her şey sabittir” inancından.
O fiskeyi kafama yediğim anda bunu anladım işte. Anladığım şey ‘an’a aitti ama özümsemek yıllarımı aldı. Neden atılmıştı ama o fiske? Amaç neydi? Belki sadece küçük bir çocuğun derdine derman bulunamadığı ama karşılık verilmek istenildiği için işin dalgaya vurulmasıydı. Belkide “Benim babam ben senin yaşındayken boyumu aşan soruları sormayı bir kenara bırak, sağımdan soluma dönmeme izin vermezdi. Seninkisi ne cürret?” idi. Belkide “Bizde çok sorduk o soruları, bak, ne değişti?” idi sadece. Ne olursa olsun, sadece bir fiskeydi. Bambaşka anlamlarda atılmıştı belkide, benim aldığım tek birşey vardı: İnsanların anlamasını bekleme, onaylanma ihtiyacı duyma. Anlamayacaklar. Her zaman böyle oldu, her zaman böyle olacak.
*****
Çocukluğu mocukluğu bırak, ömrümüz böyle geçecekmiş ömrümüz. Boşver anneyi babayı, hayatının geri kalanını paylaşacağın insanlanlar girecek hayatına. Anlamaktan bir haber ‘anladım’ diyecekler gözünün içine bakıp. Zannedecekler, aynı senin de zannedeceğin gibi.
Fiske.
Tek bir fiske.
Ne niyetlerle, inançlarla, görüşlerle atıldı bilinmez.
Düşünmenin o kadar da kolay olmadığını öğretti bana.
“Neden” sorusunu sorabilmenin o kadar ucuz olmadığını kavrattı, soruyu sormanın bir nedeninin olmasının gerekli olmadığını gösterdi.
Yıllar sonra “Neden” ve “Ne” sorularını sormanın da çok anlamlı olmadığını, hayatı biraz olsun açıklayan bir soru varsa, onun “Nasıl” sorusu olduğunu anlayacaktım halbuki.
O fiske ‘Ben’deki filozofu bana tanıttı.
Tek bir fiske…
Babama teşekkür ediyorum.