BEN SEREBRAL PALSİ’LİYİM VE BUNU DEĞİŞTİREMEM”
Ekin Karahan, 1993 doğumlu bir Serebral Palsi’li. Hayatını anlattığı bu cümlelerde bir insanın kendisini başarıya götüren gücün yine kendisinden kaynaklandığını göreceksiniz. İki artı ikinin herzaman dört etmediğini, insan iradesinin matematiğin kesinliği ile kıyaslanamayacağını Ekin Karahan’ın cümlelerinde bulacaksınız.
6 Ağustos 1993’te Ankara’da, Serebral Palsi’li bir birey olarak dünyaya geldim. Uzun yıllar yoğun bir biçimde fizik tedavi aldım, beni ileriye götürme olasılığı olan hemen hemen her yolu denedim. Liseye kadar olan eğitimimi ODTÜ Kolejinde tamamladıktan sonra Bilkent Üniversitesi %50 burslu İktisat bölümünü kazandım.
Güzel ama zor bir çocukluğum oldu. Hayattaki bazı gerçeklerle erken yaşlarda, zorunlu olarak tanıştım. 8,5 aylıkken başlayan ve hayatımdan hiç çıkmayan terapi, çocukluğumun çok büyük bir bölümünü kapsadı. Ailemin bilinci sayesinde, terapiyle ve disiplinle yoğurulmuş, kaybetme seçeneğimin olamayacağı bir yola girmiştim. İlkokul ve ortaokul yıllarında başarılı bir öğrenci değildim, haftanın neredeyse hergünü gördüğüm terapi zamanımın çoğunu aldığından dolayı, sağlığımı her zaman birinci planda tutarak, dersleri ikinci plana atmıştım. Disiplinli bir çocukluk geçirmiş olmamın etkileri, hayatıma lise yıllarında yansımaya başladı.
Bacaklarımdan geçirdiğim ameliyat sonrasında 10. sınıfta kürek sporuyla tanıştım ve bu hayatımın dönüm noktası oldu. Kürek çektiğim 3 yılın hayatıma etkisi düşündüğümden çok daha büyüktü. Bir yandan üniversite sınavı hazırlıklarına başlamışken, bir yandan da haftada 24 saat antrenman yapıyordum. Kendimi fiziksel anlamda inanılmaz geliştirmiş ve derslerimde çok başarılı olmama rağmen birşeyler hala eksikti. Kürek zor bir spordur, bir sene boyu bitmek bitmeyen acılar içinde yaptığınız antremanlar, sene sonundaki 7 dakikalık bir yarış içindir sadece. Bunun böyle olmadığını anlamıştım ama o zamanlar, sporun asıl amacını ve hedefini algılama şeklim, sporun sadece yarışmak ve başarı kazanmaktan ibaret olduğu yönündeydi. Okulu bırakıp sadece kürek çekmeyi bile düşündüğüm dönemler oldu. Ne kadar antrenman yaptıysam yapayım, takım arkadaşlarımın ergometre(kürek aleti) derecelerini asla yakalayamadım. Bu bende kronik bir hayat başarısızlığı düşüncesi oluşturdu.
Bir salı günüydü, antrenörüm çekti beni karşısına ve şu soruyu sordu: “Yarış çekmek senin için neden bu kadar önemli, son iki yılda fiziksel olarak inanılmaz geliştin, daha sağlıklısın, amacın sağlığın için kürek çekmek mi yoksa yarışmak mı?” Bu soru beni kendime getirdi. Bugün, çözemediğim bir sorun karşısında bile kendime bu soruyu sorarım. Bana bu sorunun sorulmasına neden olan davranışlarımı ve zihniyetimi sorgularım ve bu yöntem, karşılaştığım problemi çoğu zaman çözmemi sağlar. Sosyal medyada takip ettiğim Cem Şen’in yazısından küçük bir alıntı paylaşmak istiyorum:
“Muktedir olmadığınızı kabul edin. Muktedir olduğunuz yanılgısını bir kenara bırakın. Bu yanılgının kendisi gerçekte yapılabilecek olan şeylerin yapılmasını engelliyor. Bu utançla yüzleşin, boş konuşmayı, anlamsız iddiaları, bilmiş tavırları bırakın. Gerçekte neye muktedir olduğunu anlamak insanı yalnızca mütevazıleştirmekle kalmaz aynı zamanda ona gerçekte neler yapabileceğini öğretir.İşte fark yaratan şeyler gerçekte yapabileceğimiz bu küçük şeylerdir.”
Hayatım boyunca muktedir olduğuma inandırdım kendimi. İnsanlar başardığım birçok şeyi nasıl yapabildiğimi soruyor ama zaten doğduğum andan itibaren, çok zor bir yola girdiğim, imkansızları başarmak için çalışacağım belliydi. Bazılarını başaracaktım ama başaramayacağım da birçok şey olacaktı. Kürek bunlardan biri benim için. Yarın okulu bırakıp sadece kürek çekip günde 10 saat antrenman yapsamda, yarışta yan kulvarda olan sporcuyla aynı durumda olamayacağım. Ben Serebral Palsi’liyim ve bunu değiştiremem.
“GERÇEK DIŞI HEDEFLER KOYMADIM”
Muktedir olduğumuza kendimizi inandırmak, bizi normalde başaracağımız şeylerin çok daha ötesine taşımaya yardımcı olur. Ancak muktedir olduğumuza kendimizi inandırırken yapmamız gereken şey, gerçek dışı hedefler koymak değildir, bunun sonu sadece hüsrandır. Bir örnek vereyim: Yürümesi gerçekten zor olan bir çocuk için “1 aya ayağa kalkar” iddiası gerçeklikten uzaktır ancak yürüme ihtimalinin az olduğu bilinse bile çalışmaya devam etmek, terapiyi kesmemek ve terapiyi bir tedavi olarak görmekten ziyade onu bir yaşam biçimi haline dönüştürebilmek mutlak çözüm için atılan ilk adım olacaktır. Bugün bu durumda olabilmemi sağlayan en önemli etken, bu mentalitedir.
Hayatta bazı şeyleri aşmış, başarmak istediğimiz çoğu şeyi başarmış birçok insana bakarken, sadece onların başardıklarını görürüz ancak bu uğurda feda edilen birçok şeyi görmezden geliriz ya da göremeyiz. Bunu anlatan olmayı sevmiyorum, hatta çocuk sahibi olmuş, benden yaşça büyük bazı insanlara bunu açıklarken utanıyorum ancak hayatta çaba sarf etmeden hiçbir şeyi malesef ki elde edemeyiz. Bazı aileler, çocuklarının durumunun zamanla kendiliğinden geçeceğine inanarak fizyoterapinin gereksiz olduğuna inanmaya devam ediyorlar. Bunu doğru bulmuyorum.
21. yüzyıla gelmemize rağmen insanoğlu, beynin ve zihnin çalışma prensibini anlama konusunda hala yetersizdir. Zihin, algı ve zeka gibi konularda ortaya konan binlerce teze ve makaleye rağmen kat edilen yol, görülemeyecek kadar azdır. Sereplal Palsi dahil olmak üzere yeryüzünde bulunan ve fiziksel engel teşkil eden bütün hastalıkların fiziksel engelleri, bu hastalıkların oluşturduğu psikolojik ve zihinsel engellerin (Zihin geriliğinden bahsetmiyorum) yanında devede kulaktır. Çözüm ve gelişim zihinde başlar, zihinde çözülemeyen hastalığın tedavisi de olamayacaktır. Bu yüzden, hastalığa sahip kişinin kendini olduğu gibi kabul etmesi, kendiyle barışması ve çözüm aradığı sorularla yüzleşmesi gerekir.
“EBEVEYNLER ÇOCUKLARININ DURUMUNU KABUL ETMELİ”
Burada göz ardı edilmemesi gereken bir diğer önemli konu ise anne-babanın bakış açısıdır. Çocuğunun durumunu kabullenememiş bir anne babanın, bunu çocuğun kendisinden beklemesi tamamen bir hayal, öte yandan büyük bir haksızlıktır. Şu çok net bir şekilde anlaşılmalıdır ki, çocukların hayata karşı bakış açıları ve sağlam duruşları anne ve babalarınınki kadardır. Çocuğunun durumunu tam olarak kabullenemeyen aileler, onları varmaları gereken hedeflerden gün be gün uzaklaştırıyorlar ve kendilerine olan inançlarını, sevgilerini ve özgüvenlerini kırıyorlar.
İlk okula başlamadan önce geçen 7 senemde nasıl düzgün düşüleceğini öğrenmekten tutun, yemekhane tepsisini nasıl taşımam gerektiğine kadar aklınıza gelebilecek herşeyi çalıştım. Yürüme çalışmalarında her 10 adımda bir düştüğümde kendim kalkmayıp annem tarafından kaldırılsaydım, yapamayıp ağladığım her türlü egzersizde “tamam, sonra yaparız” denilseydi, bugünlere gelemezdim. Hayatta doğru yada yanlış yoktur, verilen kararlar ve ödenen bedeller vardır. Ben bugünlere gelebilmiş olmamı, hayata olan bakış açımı ve kazanımlarımı aileme borçluyum. Annem ve babam sağlam durmasalardı, her ümidim kesildiğinde arkamda olmasalardı, bambaşka bir hayat beni bekliyor olabilirdi.
Yaptığım aile eğitim sunumlarında, maddi imkanlara dair hiçbirşey söylememiş olmama rağmen, insanların başarımın kaynağını sadece ailemin bana sağladığı imkanlara bağlaması beni derinden üzdü. Maddi imkanlar faktörü tabikide yadsınamaz ancak bu yazımda anlattığım hiçbir değerin ve mentalitenin kaynağının maddiyat olmadığını düşünüyorum. İnsanlara zorla hiçbirşeyi kabul ettiremeyeceğimi bilen bir insan olarak, bu yazıyı okuyan ailelerin iki seçeneği olduğuna inanıyorum: Çocuklarının durumunun tek nedenini maddi imkansızlıklara bağlamaya devam etmek yada bakış açılarını değiştirerek, büyük değişimlerin küçük değişimlerle meydana geldiğini anlayarak içinde bulundukları durumu değiştirmeye başlamak. Seçim size ait.
“BAŞARI, TOPLUMA KATKI SAĞLAMAKTIR”
İçinde yaşadığımız yüzyılın “başarı” anlayışı, iyi bir hayata sahip olmak, çok para kazanmak gibi kısır anlayışlar içine hapsolmuş durumda. Üniversitelere gerçekten neden girdiğini bilmeyen binlerce insanın, nedenini dahi bilemediği hedefler için canla başla çalışması ise trajikomik. Bana göre topluma ve insanlığa katkı sağlamayan hiçbir başarı, başarı değildir. Eğer ben Serebral Palsi’yi aşmış olmamla size yol gösteremiyor, size farklı pencereler sunamıyorsam, bu “başarının” ne anlamı kalır?
Hayatta seyirci olmak yerine oyuncu olup birşeyleri değiştirmeye uğraşmanın önemini anlamış biri olarak, başta Serebral Palsi’liler olmak üzere bütün engellilerin daha iyi noktalara gelebilmesi için çalışmalarıma devam edeceğim. Bu yolda, benimle beraber bu çalışmalara destek verecek birçok kişinin çıkacağına şüphem olmadığı gibi, bu hedefin ilke edinileceğine güvenim tamdır. İnsan, çevresine kattıklarıyla, hayattaki duruşuyla ve uğruna savaştığı değerleriyle dünya sahnesinden çekildiğinde, dudaklarda kalan bir tebessümle anılmalı. Hayattaki en büyük hedefim ve değerim budur. Başınız öne hiç eğilmesin.”