Yazılar

Portekiz

Porto havaalanına giderken suratımda anlamsız bir gülümsemeyle etrafıma bakıyordum. Dünyalar benimdi, tekrar yollardaydım, o istediğim ve tarif edemediğim akışta. Havaalanına varıp bavulları teslim ettiğimizde telefonumla Porto’da dalga sörfü yapılan pilajları aramaya başlamıştım bile. Hele bir de yanımda Avustralya’lı arkadaşım vardı. Hani şu dalgaların üzerinde doğanlardan… Kaçmazdı yani. Porto’ya indiğimizde güç bela bulduğumuz banliyö treniyle şehir merkezine gitmek için üzere yola koyulduk. Tren hareket ettikten 15 dakika sonra bütün keyfim kaçmıştı. İçinden geçtiğimiz mahalleler, ancak belgesellerde görebileceğim afrikadaki fakir mahallelere benziyordu. Bizde aşırı elitizm var ya, görmek canımı sıkmıştı. Şu günlerde düşününce, nasıl bir cahillik seviyesidir, aklım almıyor. Duvarları mükemmel porselenlerle kaplı minik gara vardığımızda hava 35 dereceye yaklaşıyordu. Dar arnavut kaldırımları üzerine, Porto’nun akıl almaz temposu içine attık kendimizi. Her köşeden birileri çıkıp bize birşeyler satmaya çalışıyordu. İnsanlara hayır diye diye otelin yolunu tuttuk.

Otele vardığımızda o gün, yani 23 Haziran gecesinin Festa de São João do Porto olduğunu öğrendik. Festa de São João do Porto, Portoluların Saint John’un doğum gününü kutlayıp çılgınlar gibi eğlendikleri geceydi. Enteresan bir şekilde insanlar sokaktan aldıkları plastik oyuncak çekiçlerle birbirlerinin kafalarına vuruyorlardı. Bizde hızlı bir yemek yiyip, kalabalığın içine karıştık. Koca şehir bir anda havai fişek gösterileriyle devasa bir müzik festivaline dönüşmüştü. Kendimi müziğe kaptırmış, binaların tepesinden kalabalığın üzerine dökülen içkiye kendimi kaptırmış dans ederken Kenny’nin aranışını görmemek içten bile değildi. Bir an yargıladım, neden bilmiyorum. Mayıs ayından beri konuşuyor olduğum güzel kızdan sonra çok şey değişmişti. Sonra bir an durdum, bir an düşündüm.

“Porto’dasın, yılda bir kere olan partide bütün şehirle beraber eğleniyorsun. Aklının başka yerde başkasıyla olduğunu biliyorum ama arkadaşına da borcun var. Wingmanlik seni bekler…”

Kenny’nin omzuna elimi attım ve onun istek ve arzuları peşinde koşturmaya başladık sokak sokak. Porto bütün cilvesiyle bizi ordan oraya atıyordu. Günün sonunda otele dönerken, herhangi birşey bulamasa da Kenny’nin yüzü ışıldıyordu, halinden bir hayli mutluydu. Hiç şehir festivaline katılmamış olan ben son 6 saatin temposundan yorulmuştum ama inanılmaz keyifliydim. Üstüne üstlük yarın sörf yapmaya gidecektik.

Ertesi gün hızla hazırladığımız sırt çantalarıyla hızla Praia da Luz’a doğru yola çıktık. Plaja vardığımızda üstümüzü giyinip sörf tahtalarımızla kendimizi dalgalara bıraktık. Kenny su içer gibi bir dalga yakaladı, üzerinde dans ediyordu. Birkaç dakika sonra etraf diğer sörfçülerle dolmuştu. Parmakla gösteriyorlardı: ‘Avustralyalıya bak!’. Porto’da sörf yapan insanlar plaja giren yapancıları hemen fark ediyorlarmış. Nasıl anlayabildiklerini kavrayamamış olmama rağmen gördüğüm şeyler bunu kanıtlıyordu.  Kenny dalgalarla bütünleşirken ben tahtanın üzerinde debeleniyordum. 10 saat boyunca sörf yaptığımızdan gün batarken düşmeden 1-2 dalga yakaladığımı hatırlıyorum. Daha önce yaptığım herhangi bir sporda bulamadığım bir histi bu. Deniz canlıdır. Her dalga sizi daha da özgürleştirir. Yakalayabilseniz de yakalayamasanız da. Sörj yapabilmek tamamen ‘an’a odaklanmaya ve direnmemeye dayanıyor. Konsantrasyon istiyor. Direnme kısmı ise dalgaları yakalayamamakla yada düşmekle alakalı. Düştüğünüzde dalganın sizi ordan oraya vurmaması için direnmemeniz gerek çünkü düştüğünüz andan itibaren başınıza ne geleceği belli değil, direnseniz de direnmeseniz de. Günün sonuna yaklaştıkça kafamda Kenny’nin nasıl bu kadar halinden memnun ve dertlerini çok da takmayan biri olabildiğini daha iyi anlıyordum. Hayatın üzerinde akıyordu, aynı dalgaların üzerinde akabildiği gibi. Düşünmüyordu çok fazla, ‘an’a odaklı yaşıyordu. Gelişineydi herşey yani.

“Deniz iyi bir öğretmen, eğer dinleyebilirsen” dedi içimden bir ses. Haklıydı.

*****

Porto’dan Lizbon’a yola çıkarken, zihnim hala Praia da Luz’da sörf yapmaya devam ediyordu. Lizbon’a vardığımda içinde bulunduğum büyü, bir anda havasız bir odaya girmişim gibi bozuldu. Karşımda her ne kadar güzel de olsa devasa bir şehir vardı. Porto’nun kendine göre o sıcaklığı yoktu buralarda. ‘Lisbon bizi yuttu’ dedim içimden. Sırt çantalarımızla gardan çıkarken gençten bir çocuk omuz attı bana, arkamı dönüp baktığımda dışarı çıkmış bir dille bana bakıyordu. ‘Diline beyaz piercing yaptıranı ilk defa görüyorum’ dedim. ‘O piercing değil, hap atmıştır’ cevabını Kenny’den duyduğumda dizlerimin bağı çözüldü, huzursuzluk bütün göğsümü sardı. Neden bu kadar canım sıkılmıştı ki? Birileri öğle vakti hap atıyordu alt tarafı, keyfim neden kaçmıştı? Baskılanmış duygular ve düşünceler pof diye çıkmıştı içimden. ‘İstediğin kadar erasmusta ol, dünyayı gez, hiç fark etmez, sen o annesinin evinden çıkamayan süt çocuğusun. Ama üzülme, sen yine marjinal olduğunu san.’ diye dalga geçiyordu birileri benimle.

Otele eşyaları atıp Kenny’nin Avustralya’dan gelen arkadaşlarıyla buluştuk. 36 saatlik yoldan yeni gelmişlerdi. 1 saatlik sohbette 20 kişi 80 biranın hesabını kapatıp sokaklara yeniden döküldük. Saat öğlen 2… Bir an gözlerimi kapadım, derin bir nefes aldım. Buraya ait değildim ama sürükleniyordum.  Aklıma yine geldi:

‘İstediğin kadar erasmusta ol, dünyayı gez, hiç fark etmez, sen o annesinin evinden çıkamayan süt çocuğusun. Ama üzülme, sen yine marjinal olduğunu san.’

Marjinal olmaya çalışıyordum, kendime çok uzak olanların peşindeydim. Emindim bundan, sadece görmek istemiyordum. Avustralya’lı yeni arkadaşlarımın yaptıkları hoşuma gitmişti, bize göre çok farklıydı. Denemenin ne zararı olabilirdi ki? Onlar gibi olmanın. Bulunduğum noktayı kabullendim sakince. Bakalım görelim dedim içimden. Bar bar geziyorduk Lizbon sokaklarında. Grubun sohbet konuları da yüzeyseldi, değer verdikleri şeyler de. Umduğumu bulamayınca içimdeki korku öfkeye dönüştü. Kenny hariç bir grup zengin p.ç kurusunun arasında kalakalmıştım.

*****

Saat gece ikiye doğru Lisbon gerçek yüzünü hafiften göstermeye başlamıştı.  Karanlıkla beraber köşe başlarında beliren tipler, eğlence arayışındaki kalabalığa bunu kolay yoldan satmaya çalışıyordu. Girdiğimiz her bar, beni daha da rahatsız eden bir sarmal yaratıyordu. Çeşitli yollarla uçuşa geçmiş insanlardan mı kaçmaya çalışırsınız yoksa yerlerdeki kullanılmış prezervatiflerin üzerine basıp kaymamak için mi? Pek de popüler olmayan bir bara oturup biralar söylenince derin bir nefes aldım.

Herkesin keyfi yerindeydi bir süre sonra. İnsanlar yumuşamıştı, konu konuyu açıyordu. Yeni yeni hayatlar öğreniyordum. Bundan büyük keyif mi vardı? Beni de sevmişlerdi üstüne üstlük, onlardan biri olmuştum. İnsanları sadece anlattıklarıyla tanıyamazsınız.  Sözcüklerin betimleyemediği durumlarla karşılaşırsınız, ancak öyle öğrenirsiniz. Zengin insanların her anlamda tatmin olduğu nerde görülmüş? Hele hele böyle bir ortamda.

Keyifler iyi giderken tuvalete doğru bir trafik oldu anlayamadığım bir şekilde. Herkesin aynı anda mı tuvaleti gelmişti? Her tuvaletten çıkan masanın üzerine rulo yapılmış 50 avustralya dolarını fırlatıyordu. Ben ise olanlara anlam veremeyerek birama ve bangır bangır tekno müziğe kendimi kaptırmıştım.

Caisey elerimin arasına minik torbayı sıkıştırana kadar neyin içine girmiş olduğumu anlayamamıştım. Avuçlarımın içine bakarken birşey düşünemiyordum bile. Ne olduğunu anlamakta zorlanıyordum. Yerimden kalkıp küçük kapılı tuvalete giderken, omzumdan kulağıma bir ses fısıldadı:

Karaktersizsin!

-“Ne dedin sen!?”

-Sen Karaktersizsin!

-Neden böyle düşünüyorsun? Altı üstü biraz eğleniyoruz.

Eğlence anlayışın ne zamandan beri bu oldu? Şu geldiğin noktaya bak. Farklı olmaya mı çalışıyorsun? Derdin ne? Bu yolla kim neye ulaşmış da sen ulaşacaksın? Kendini kabullenip sevmen için daha ne yapman gerekiyor?

-Haddini aşıyorsun.

-Sana tek soru soracağım. Seni, kendi inancınla vuracağım. Hani millete akıl veriyorsun ya? Hayatta doğru veya yanlış yoktur. Verilen kararlar ve ödenen bedeller vardır. Bu yaptığın şeyin bedeli ne olursa olsun, iyi yada kötü, ödemeye hazır mısın?

Mekandaki bütün ses bıçak gibi kesiliverdi, cevabını çok net bildiğim bir soruyla karşılaşmıştım. Beni çok ama çok rahatsız etmişti bu durum, inkar etmek işime geliyordu.

Unutarak var olur insan. Kendinizi müziğe ve içinde bulunduğunuz duruma kaptırırken gerçekleri görmekten çok uzaklaşırsınız. Asla bitmeyecek gibi düşünürsünüz, ben buyum dersiniz. Benim yaptığım aynen buydu işte. Hayatta her zaman bu kadar şanslı olamayabilirsiniz. Sizi uyaran bir iç ses her zaman yoktur, bir kere kurtarabilir sizi. Diğer birinde bedelini ödemek istemeyeceğiniz durumlara düşebilirsiniz, çok geç olur, öledebilirsiniz.

Boş bakıyordu gözlerim. Benliğime baktım büyük bir ürkeklikle. Ben dediğim herşeyimden oldukça uzaklaşmıştım. Bir gecede olmuştu bütün bunlar, bir anda.  Nasıl düşmüştüm bu duruma? Zamanında ‘Asla’ dediğim için mi bulmuştum kendimi bu konumda? Bilmiyordum. Tek bildiğim bir şekilde kendimi kurtardığımdı o anda, bir dahakine bu kadar şanslı olmayacaktım, ondan emindim.

Geriye dönüp yerime oturduğumda dudaklarımdan şu sözlerin döküldüğünü hatırlıyorum: “Asla asla deme”. Elimdeki küçük paketi Caisey’in eline tutuşturdum. Her hangi bir soru yada yargıyla karşılaşmadım. Zaten sorgulayamayacak haldeydi, beni hatırlayacağını bile sanmıyordum.

*****

Bebek gibi kızlar, süper yakışıklı erkekler, kabarık banka hesapları… Bunu kendilerine neden yapıyorlardı? Hayatlarını bir hiç uğruna mahvediyorlardı.

Daha demin beni kurtaran iç sesimin susmak gibi bir niyeti yoktu:

“Sen daha demin az kalsın neden yapacaktıysan o yüzden. Farklı olmak için.”

Ağzımın payını almıştım. Daha ne söylenebilir ki?

Bardan çıkıp ağır adımlarla otele giderken çevremdeki insanların yavaş yavaş daha demin kendime dur dediğim çizgiyi aşıyor olduklarını fark ettim. Kaybedecek çok birşeyleri yok gibi görünüyorlardı. Teker teker metamorfoz geçiriyorlardı sanki. Onları gözlemlemek tuhaf bir histi, tarif edebilmem çok mümkün değil. Kafamı çevirip bara tekrar baktığımda Avustralyalı arkadaşlarımın tam gaz ‘eğlenmeye’ devam ettiklerini gördüm. Burada yanlış yoktu. Bir anda anılarım geri sardı, Zürih’te Kenny ile yaptığım sohbet kulaklarımda çınladı.

-Ekin o tarihlerde Portekiz’de olmak doğru mu bilmiyorum. Avustralya’dan 20 kişilik bir arkadaş grubum aynı o tarihlerde Portekiz’de olacak.

Bunları söylerken suratında daha önce hiç görmediğim bir sıkıntı ve endişe ifadesi vardı. Ben tabiki bütün yaşayacaklarımdan bir haber, saf bir şekilde düşünmeden cevabı yapıştırmıştım:

-E iyi işte, eğleniriz.

-Aklına gelebilecek herşeyi yaparlar, bundan emin misin?

-Tabiki, en kötü ne olabilir.

Bir ‘demek bu yüzdenmiş’ sesi yükseldi içimden. Adamlar ülkelerinde yaptıkları şeyleri devam ettiriyorlardı, hepsi buydu.

Bütün bu olanları düşünürken adımlarımı hızlandırmıştım. Gün bir an önce bitse fena olmayacaktı.

Yorumlar