Yoğun geçen bir trade gününden sonra ekranı kapattığımda saat öğlene geliyordu. Kendime bir kahve yapıp biraz soluklanmak için mutfağa yöneldim. O gün evde temizlik olduğu için, Hafize Teyze’ye de kahve içmek isteyip istemediğini sordum. Bana katılmak istediğini söyledi. Karşılıklı otururken, kahvemden bir yudum aldım ve ona bakıp “Sence hayatın anlamı nedir?” diye sordum. Bana hayatın büyük bir sınav olduğunu ve Cenab-ı Hak’ın bizi sınamak için bu dünyaya gönderdiğini söyledi. Beklediğim bir yanıttı çünkü kendisi inançlı bir insan.
Özellikle felsefi konularda konuşurken sözler, buz dağının görünen küçük kısmı gibidir, öğrenilmiş bilgilerle ve deneyimle şekillenir. Asıl olan şey ise eylemler ve eylemleri yapış biçimimizdir. Dil bir şey söylerken, eylemlerimiz bambaşka bir şey söyleyebilir. Dolayısıyla yeni bir insanla tanıştığımda ya da çevremdeki insanları gözlemlediğimde, ağızdan çıkan sözlere çok itibar etmem. Onun yerine eylemlere bakarım. Bir insanla çok sohbet etmeden, onun hakkında bilgi sahibi olmadan, sadece eylemlerini ve eylemlerini yapış biçimini gözlemlerseniz, onun zihin yapısı hakkında çok fazla şey öğrenirsiniz. Bu bilgi de çoğunlukla basmakalıp, kitabi ve belli bir şablona oturan bilgiden ziyade, sezgiseldir. Hafize Teyze’yi çok uzun zamandır tanıyorum ve gözlemliyorum. Eylemlerini yaparken, zihni bir tür boşluk halinde kalabildiğinden, eylemlerinde tutukluk yerine net bir akış hali var. Bütün bunları bildiğimden, aldığım cevap karşısında konuyu değiştirmek yerine vites büyütmeyi tercih ettim.
“Sınav dediğin şey yarıştır. Zamanla yarışma, kendini kanıtlama, başarı-başarısızlık, rekabet gibi birçok şeyi beraberinde getirir. Dolayısıyla sınav, içerisinde gevşeyip, halinden memnuniyet geliştirdiğin bir deneyim değildir, aksine, stres dolu bir deneyimdir. Senin söylediğine göre hayatın anlamı sınav vermekse ve sınav da stres dolu bir deneyimse, bu hayatta mutlu ve huzurlu olmanın imkânı yok, böyle mi düşünüyorsun?” diye sordum. Elindeki kahve fincanıyla kalakaldı, kafası feci halde karışmıştı. “Hayır, böyle düşünmüyorum, bu konuya da hiç bu açıdan bakmamıştım” dedi. “Peki o zaman hayatın anlamı halinden memnuniyet geliştirip mutlu olmaktır diyebilir miyiz?” diye sordum. “Sanırım diyebiliriz” diye cevap verdi. Karşımdaki insanın zihnini, sormak istediğim asıl soruya kademe kademe hazırlamış olmanın verdiği mutlulukla kahvemden bir yudum daha aldım. “Benim çevrem çok eğitimli insanlarla dolu. Hatta aralarında en az eğitimlisi benim diyebilirim. Arkadaşlarımın çoğu bir yüksek lisans yaptı, üstüne bir tane daha yüksek lisans yapan var, yetmedi, üstüne doktora yaptılar. Ancak çoğunda gözlemlediğim şey, kalpleri huzurlu değil, mutlu değiller, sürekli bir arayış, sürekli bir devinim halindeler. İşin en acıklı tarafı, bu durumu o kadar kanıksamış durumdalar ki, bu devinimin yarattığı stresin de farkında değiller. Öte yandan, çok yoğun zihinsel aktivite gerektirmeyen işlerde çalışan, eğitimli seküler kesim tarafından “cahil” görünen insanlarda bir tür teslimiyet hali var. Hayatın içerisinde eminim problemleri vardır ama zihinleri daha sakin, koşullarla daha barışıklar, hayatın onlara verdikleriyle ve vermedikleriyle yoğun kavgaları yok, şükür var, sorgulama daha az ancak benim görebildiğim kadarıyla da daha halinden memnunlar. Eğer hayatın anlamı, halinden memnuniyet geliştirip mutlu olmaksa, kimin daha başarılı olduğu çok belli değil mi? Sence bunun sebebi ne?” diye sordum. Bana baktı ve dedi ki “Sizin gibi insanların kafası çok bilgiyle ama boş bilgiyle dolu. Sahip olduğunuz bilgi, doyumsuzluk yaratıyor. Aslında sizler için eğitimli cahil demek doğru bir tanım olur. Mutlu olabilmek için kafada boş yer olması lazım. Çok okuyup, çok şey görüp, çok yer gezdiğiniz için standartlarınız çok yüksekte. Türkiye’nin şu andaki hali gibi, koşullar kötüleştiği zaman, bu standartları devam ettiremediğinizde, bundan büyük bir mutsuzluk duyuyorsunuz. Bizler bütün bunları bilmediğimiz için, zaten elimizdekiyle memnun olmamız çok daha kolay oluyor. Şimdi kim daha mutlu sen kendin karar ver.”
Kahvesini bitirip içeriye işine dönerken, söyledikleri karşısında derin düşüncelere dalmış olmalıyım ki telveyi içmeye başladığımın farkına varamadım.
****
Bugün hayatta geldiğim noktada, kendi yolumda aydınlanma arayışımı sürdürürken, geçmişte maruz kaldığım eğitimin, çevrenin, bana aşılanan hayat görüşünün, doğruların, meli malıların önümde büyük engeller oluşturduğunu biliyorum. Tabi ki bütün bunları biz seçmiyoruz. İçerisine düştüğümüz aile, maruz kaldığımız çevre, bize bunları öğretiyor ve bunu, aslında bizim rızamızı almadan yapıyorlar. Eğer hayatın asıl amacı belli başlı mekanizmalar geliştirerek dünyevi başarılar elde etmekse, bunun yolu görece daha kolay, zaten herkes bunu kovalıyor. Dolayısıyla ailemizden, aldığımız eğitimden, maruz kaldığımız çevreden gördüklerimizle derme çatma mekanizmalar geliştirerek bu dünyada bir şeyler elde etmek pekâlâ mümkün, sadece buna izin vermek, bu maruz kalmaya direnmemek gerekiyor. Ancak mesele zihni arındırmak, halinden memnuniyet geliştirmek ve mutlu olmak olduğu zaman işler zorlaşıyor. Bize hayat yolunda akıl fikir veren insanların ne kadar yetersiz olduğunu görüyoruz ve kendimizi, kendimizle yapayalnız kaldığımız bir noktada buluyoruz. Kahramanın yolculuğu işte tam da o noktada, “Nereye gittiğimi bilemeden ve nereye varacağımdan da emin olamadan sadece arıyorum” sözleriyle başlıyor. Dolayısıyla özellikle bu çağda, kişinin kendi yolculuğuna çıkabilmesi, geçmişe göre çok daha büyük bir cesaret gerektiriyor. Hem içten içe bu yolculuğa çıkmamız gerektiğini biliyoruz, hem de bu yolculuğun belirsizliğinden ölesiye korkuyoruz. Herkesin gittiği yollardan gitmek, herkesin yaptığı şeyleri yapmak, herkesin aldığı eğitimleri almak her ne kadar güvenli yol gibi görünse de aslında sadece içimizde durmak bilmeyen o arayışa başlama hissimizi erteliyor. Bilkent İktisat’ı bitirip Kopenhag’a yüksek lisansa giderken aslında benim için hali hazırda başlamış olan bir kahramanın yolculuğu vardı ve ben oraya bu gerçeği inkâr ederek gittim. Kopenhag’daki yüksek lisansı bırakmamın en büyük sebeplerinden biri, orada maruz kaldığım eğitimin, zihnimi bir şeye dönüştürecek olmasıydı ve ben bunu istemedim. Çünkü büyük ihtimalle dönüşeceğim şey ileride kendi yolumda düzeltmek zorunda kalacağım bir problem olarak çıkacaktı karşıma. Buna da izin veremezdim. Bilkent İktisat’ı bitirmek 5 yılımı, orada bozulan zihnimi toparlamak, öğrendiğim saçmalıkları unutmak 8 yılımı aldı. Dolayısıyla bugünkü aklım olsaydı, üniversite de okumazdım. Bazı insanlara zaten böyle bir çağrı gelmiyor, dolayısıyla da bu tip insanlar için hayatta çok sürprize yer kalmıyor. İşte doğarlar, büyürler, belli okulları bitirirler, o okullar onların zihinlerini değiştirir, bunu da sorgulamazlar, zaten olması gereken budur çünkü herkes bunu yapıyordur. İş güç sahibi olup belli bir para kazanırlar. Hayatta kayıp yaşadıkları zaman, bu onları uyandırıcı bir etki yaratmaz, çünkü hayat boyu pratik ettikleri şey aslında unutmanın kendisidir. 2-3 gün sonra yaşadıkları kaybı da unuturlar. Yiyelim içelim sevişelim, bak hayatta ne güzel hey hey falan derken son gün gelir, ölür giderler. Izdırap dolu ancak görece kolay bir hayat, her şeyden önce onu söyleyebilirim. Ancak eğer çağrı geldiyse, eğer sorguluyorsanız, eğer ızdırabın kaynağının biraz farkına varabiliyorsanız, eğer hayatı eğitimli bir cahil gibi yaşamanın içinizdeki o boşluğu hiçbir şekilde dolduramayacağını idrak etmişseniz, kahramanın yolculuğu sizleri bekliyor.