28 Ağustos sabahı İstanbul uçağına bindiğim zaman, son 1 senedir yurtdışına master’a gidebilmek için ne kadar uğraştığımı, neleri feda ettiğimi düşünmeye başladım. Sene başındaki hedefim hayaller ülkesi Kanada’ya gidebilmekti, bunu yapabilmek için kaç takla attığımı ne siz sorun, ne ben söyleyeyim. İstesek de istemesek de, bir şeyi oldurmak için ne kadar uğraşsak da biz bir seri olaylar dizisini yaşamaya başladığımız zaman öngörülemez ve spontone olaylar dizisini değil, zaten çoktan belirlenmiş ve yaşanması gereken olaylar dizisini yaşıyoruz. Bu süreçte yaşadığımız akıl karışıklıkları ve sözde karar aşamaları, aslında çoktan atılmış zarları anlamaya çalışmaktan öteye geçemiyor. Bunun “kadercilik” olarak algılanabileceğini biliyorum. Malesef ki bunun kaderciliğe çok yakın olsa da kadercilik olmadığını bilmeme rağmen, bunu tartışacak donanıma henüz sahip değilim.
Bunu bilerek, göz önünde bulundurarak Kopenhag havalimanına indiğimde, hiçbir şeyin eskisi gibi kalmayacağını, beni büyütecek olan şeyin, beni değiştirmek zorunda olduğunun farkındaydım. Tek yön bilet alarak gelmiştim Kopenhag’a, bu aslında hayatımda da aldığım bir tek yön bilet olabilirdi. Bunu bu şekilde düşünmek zoruna gidebiliyor insanın, böyle bir ihtimalin varlığı bile göğsünüzün sıkışmasına neden olabiliyor. Çünkü bu düşünce beraberinde istesenizde istemesenizde, direnseniz de direnmeseniz de unutulabilecek anıları, kopabilecek dostlukları, eskime ve bozulma ihtimalinin olduğu birçok “değerli” şeyi beraberinde getiriyor. Bizi “biz” yaptığını zannettiğimiz birçok şeyin değişme ihtimalinden söz ediyoruz çünkü, tabiki de rahatsız etmesi gerekiyor.
Havaalanından dışarı çıkıp yurdun yolunu tutma derdine düştüğümde, koluma çoktan giren güzel kızın varlığından da tamamen habersizdim. Aldatılan sevgililerin yutkunduğu az görülür. Yalnızlıkta böyledir, tek gecelik ilişkilerle, kurnazlıklarla, yalanlarla kandıramazsınız yalnızlığı, kandırdığınızı zannedersiniz, yanınızda bitmesi saniyeleri almaz. 2015’te Zürih’te bir anda bırakıp gittiğim yalnızlığın, benimle hiçbirşey olmamış gibi tekrar barışacak olmasına kendimi inandırmam ise tamamen ahmaklıktı. Yalnızlığı fransız filmlerindeki hastalıklı aşklara benzetebilirim. Hani varya şu, şiddetli kavgalardan sonra sabahlara kadar süren sevişmelerin olduğu aşklar. Bırakılmak istenilip, bir türlü bırakılamayanlar. Ne olduğunu anlamadan, sizi bile gömen ilişki türleri.
Minimum 2 yılımı geçireceğim tek göz evime vardığımda, eşyasız odada sesim duvarlarda yankılanıyordu. Zoruma gitti bu durum. İstememiştim böyle olmasını, bambaşka hayallerle gelmiştim buralara, herşeyin ‘farklı’ olması gerekiyordu. 28 Ağustos’a gün sayarken, için için ‘Umarım bir daha görüşmeyiz Türkiye, sen sağ, ben selamet’ derken, alacaklarımın listesini tutuyordum kendi zihnimde. Ödemem gereken bedellerin, katlanmam gereken zorlukların üzerine ise durmadan ölü toprak atmıştım. Sonraki iki hafta ‘sevin canınız gibi büyük bir mutsuzluğu’ sözünü aratmayacak türden geçti. Her köşe başında sevgilimi, her girdiğim yeni ortamda eski dostlarımı arar olmuştum, yoklardı ve olmayacaklardı. Yoklardı ve olmayacaklardı diyorum çünkü insanoğlu hayatı sürekli kendi zihninde yaşadığı için hayattaki kesinlikleri de kendi belirlediğini zannederek yaşar. Yarın ölebilme ihtimalim ben her ne kadar tam algılayamasam da net bir biçimde oradaysa, sevgilimin dudağına konduracağım bir sonraki öpücüğün, eski dostlarımla atacağım bir sonraki kahkahanın, ailemle yiyeceğim bir sonraki akşam yemeğinin gerçekten orada olup olmadığı da bir o kadar belirsizdir. Teknik olarak yoklardır aslında. Beni gerçekten iyi tanıyan insanların bu satırları okurken güleceklerini tahmin ederek, insanların çoğu zaman bildiklerini değil, gerçekten anlamaya çalıştıkları şeyleri kaleme aldıklarını hatırlatmak istiyorum.
Her şehrin farklı farklı yüzleri vardır. Bir turist için hayatının en güzel anılarına fon olan bir şehir, başkalarının hayatını zehir edebilir. Kopenhag her ne kadar milli bir şehir gibi görünse de, farklı kültürleri, farklı milletleri, farklı yaşamları ve dolayısıyla farklı doğruları ve yanlışları barındıran bir şehir. Efsane jazz barların olduğu mahalleler ile arada kalıp vurulma ihtimalinizin olduğu çete savaşlarının yaşandığı mahallelerin birbirelerine sadece 2 dakikalık metro duraklarıyla bağlı olduğu bir şehir. Cuma akşamları sokakları sarhoşlarla dolup taşan, ilk buluşmaları dumanlar içindeki barlarda olan, atılan kahkahaların arkasına gizlenen bireyselliğin, gülümsemelerin içindeki içtensizliğin, her kapının yalnızlığa açıldığı şehirlerden Kopenhag. Bu kadar geniş tuvale, böyle resim mi çizilir dedirten cinsten anlayacağınız.
Kopenhag’ın içinde koştururken, oradan oraya savrulurken, savrulanın kendinizden başka bir insan olduğunu düşünüyorsunuz bazen. O kadar yanlız kalabiliyor ki bazen insan, kafeye gidip kendinize bir kahve ısmarlamak bahane oluyor, birileriyle iki çift laf edebilmek için. Dışarda yemek yemek kavramı, kendinize yemek ısmarlamaya dönüşebiliyor. Sonsuzluğa uzanan sessizlikte ders çalışken, kendinize fısıldarken bulabiliyorsunuz kendinizi. Yalnızlığınızı aldığınız her nefeste görüyorsunuz bazen. Karşınızda konuştuğunuz insan tuvalete gittiği zaman kalıyorsunuz yalnızlığınızla. Sevdiklerinizle yaptığınız telefon konuşmaları bitince yanınızda bitiveriyor yalnızlık. Sessiz sedasız geçen günlerde farkediyorsunuz “ben” dediğiniz herşeyin, yalnızlıktan ibaret olabileceğini. Kahvenizden aldığınız son yudumda, sigaranızdan çektiğiniz son nefeste, ayrılırken verdiğiniz son selamda, kafanızı yastığa koyarken aklınızdan geçirdiğiniz son düşüncede, yalnızlık orada oluyor. Yalnızlıktan kaçmaya çalışıyoruz ancak imkansız olandan kurtulmaya çalıştığımızı göremiyoruz. Yalnız doğup, yalnız ölüyoruz, bunu algılayamıyoruz.
***
Kopenhag, bütün güzellikleriyle, bütün pislikleriyle ve bütün gerçekleriyle bana hayatı öğretiyor, mükemmel birlikteliklerin içindeki yalnızlıkları gösteriyor. Nerede olursam olayım, havaalanında koluma giren kızdan asla kurtulamayacağımı gösteriyor bana, aynı bir şizofrenin, hayali arkadaşlarından kurtulamadığı gibi. Son nefesimi verirken bile göreceğim yüzün, o kızın yüzü olacağını anlatmaya çalışıyor. Bana, özgürlüğün anahtarını sunuyor.