Yazılar

Kavgam

Bu yazının Hitlerle bir alakası yok. Ne tarihi yaraları deşmeye çalışıyorum ne de atıfta bulunmaya. Bu yazı aslında Türkiye’de doğan birçok insanın kavgasıyla ilgili. Hem kendiyle, hem ülkesiyle ama aslında kendisiyle.

Kendimizle…

Düşünün bir kere nasıl topraklarda yaşadığımızı, benim dediklerime katılmıyorsan, son 600 yıllık tarihimize bak kalın kitapların sayfalarında. Ne kadar çok kavga var değil mi? Ortada gerçekten bir kavga var mı yoksa olan bitenler kendi içimizde yaşadığımız, bitmek tükenmek bilmeyen kavgaların bir sonucu mu?

*******

10 Kasım 2002…

O gün kalbimde mükemmel bir heyecanla kalkmıştım yataktan. En güzel kıyafetimi giydirmesini istedim annemden. Babamın her sabah sıktığı kokudan bende sıktım. 10 Kasım’dı bugün, şık giyinmeliydim, saygımdan. Ayağımda demir ayakkabılar, Anıtkabir’in yolunu tuttuk.

Bu yılın ayrı bir önemi vardı tabiki, Atatürk ve Kurtuluş Savaşı Müzesi açılmıştı. Annemin elinden tutmuş müzeyi gezerken 1. TBMM mebuslarının olduğu bölümde durduk. Annemin gözleri yüzlerce portrenin üzerinde hızlıca geziyordu. Bir portreyi sakince bana göstererek, “bu benim dedem, sen bu insanların torunusun” dedi.

*******

Hulusi Göksu…

1873’te Ermenek’te doğuyor. Medrese eğitimi alıyor. Ermenek’te son derece sevilen ve sayılan bir insana dönüşüyor zamanla. O zamanlar kimse okuma yazma bilmezken o, seyislerinden evde görevli hizmetlilere herkese okuma yazma öğretiyor. 23 Nisan 1920’de 1. TBMM toplanınca Atatürk’ün daveti üzerine Konya Milletvekili olarak Ankara’ya geliyor. Kurtuluş Savaşı sırasında çıkan Konya Ayaklanması’nın bastırılmasında bizzat görev alıyor. Kendi memleketinde çıkan isyanı bastırırken yaşadıklarının yükünü ve üzüntüsünü kaldıramadığı ve de yorulduğu için 30 Nisan 1921 de Atatürk’ten izin isteyerek görevinden ayrılıyor. Döndüğü Ermenek’te belediye başkanlığı görevi yaparken, 21 Mart 1946’da hayata gözlerini yumuyor.

*******

Asaletin, kanla geçtiğine inanmam. Malesef ki asalet dünya tarihinde her zaman kan yoluyla geçen, doğuştan elde edilen ve değiştirilemeyen bir özellik olarak gösterildi ve gösterilmeye devam ediliyor. Asalet kanla değil, zihniyetle, davranışla, tutumla elde edilebilir birşey olarak dünyaya tanıtılsaydı, bu, asaletin bir ayrıştırma aracından çıkması anlamına gelirdi. Halbuki belli bir asaletle doğmak gibi bir şey yoktur, asalet çabalayarak elde edilir.

Öte yandan soy ve tarih önemlidir. Soy ve tarih, doğru bir bakış açısıyla bakıldığı ve yorumlandığı zaman aynı birer kutup yıldızına benzer. Milletleri millet yapan şey kültürlerinden, bayraklarından ve topraklarından çok, bunların arkasında yatan tarihleridir. Günümüzde Amerikan kültürü adı altında tüm dünyaya pompalanan oluşumun bu kadar çarpık olmasının asıl nedeni, bu kültürün sağlam bir tarihe ve değere oturmuyor olmasıdır. Bu durum, bir milletin en küçük yapı taşı olan aile, hatta birey için de aynı bu şekildedir. Kimin soyundan geldiğiniz, kimlerin dölü olduğunuz önemlidir. Soyun ‘nasıl’ olduğunun bir önemi yoktur ancak asıl mesele ortada bir ‘soy’un olmasıdır. Kim olduğunu, nereden geldiğini bilemeyen bir insanın nereye gittiğini bilmesi de çok zordur. Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’nde bahsettiği ‘asil’ kan, bize nereden geldiğimizi işaret eden bir benzetmedir. Ancak biz nereden geldiğimizi bilmemize rağmen nerdeye gittiğimizi görmekte hala zorlanıyorsak, bütün bunların ne anlamı kalır?

*******

Madımak Katliamını ilk öğrendiğim zaman yaşadığım şaşkınlığı ve öfkeyi hala hatırlar gibiyim. İnsanlar ne zamandan beri bu kadar vahşileşti bu topraklarda diyordum küçük çocuk aklımla. Haklılarmış meğersem diyorum Aziz Nesin’in kitaplarını okuduğum zaman. Okuduklarım çok tehlikeli çünkü. Doğruyu söyleyeni dokuz köyden kovarlar, köye bir daha gelirse de yakarlar. Çünkü hakikati görebilmek asaletli olmayı gerektirir. Asaleti olamayan insanlar için hakikat, delirmiş gözlerle gırtlağına çökülüp oracıkta boğulması gereken bir insan gibidir.

Dört aydır yaşadığım Danimarka’ya gelirken elimde Aziz Nesin’in ‘Korkudan Korkmak’ kitabı vardı. Çok fazla şeyden bahsediyor ama bir cümle var ki bütün keyfimi kaçırdı:

“Bugünkü Atatürkçüler,  Atatürk’ten daha mı çok Atatürkçü oldular ki, onun sağlığında yapmadıklarını, onun yasakladıklarını yaparak ve yaptıklarını da yıkarak Atatürkçü olduklarını söyleyebiliyorlar.”

Sizi bilmem ama benim ellerim Aziz Nesin’in boğazında. En emin olduklarımı sorgulamama neden oluyor çünkü. ‘Ne yaptın da kendine Atatürkçüyüm diyorsun?’ gibi saçma sorular sormama neden oluyor. Beni deli ediyor bu herif kelimenin tek anlamıyla. Verin bana da bir meşale, Sivas’ın yolunu ben be tutayım.

Allah aşkına kim daha Atatürkçü, elinizi vicdanınıza koyun, cevap verin; Biz mi, Aziz Nesin mi…

İçinde bulunduğumuz durum, aynen bundan ibarettir.

*******

Anıtkabir’e uzun zamandır gitmedim. Eskiden Anıtkabir’e gittiğim zaman 1. TBMM mesublarının fotoğraflarının olduğu kısımda uzun uzun kalırdım. Hulusi dedenin portresi resmen benimle konuşurdu, hemde saatlerce. Hayalleri anlatırdı, hayatları anlatırdı, insanları anlatırdı, fedakarlıkları, yüreklilikleri anlatırdı. Bugün gittiğim zaman o gözler içimi deliyor, bunu bildiğim için hızlı hızlı geçiyorum o koridordan. Hiçbir suçumuz olmamasına rağmen, söz söyleme sıramızın geldiği yaşlara daha yeni yeni gelmiş olmamıza rağmen.

Bu hepimizin kavgası… Hafta sonu içilen 3. duble rakıdan sonra ortaya çıkan vatanseverlerde bu kavgayı görüyorum. Huzurlu bir pazar sabahında huzursuzca çevrilen gazete sayfalarında bu kavgayı görüyorum. ‘Götü kurtaralım’ endişesiyle yurtdışına gidenlerde bu kavgayı görüyorum. Huzurlu bir ülkedeyken, içimde usul usul ancak çaresizce atılan çığlıklarda bu kavgayı görüyorum. İnsanlarla ilişkilerde, hızlıca sivriliveren dillerde, hayata bakış açımızda, herşeyde ama herşeyde, hep bu kavgayı görüyorum.

Bu benim kavgam…

Bu bizim kavganız…

Zihnimize korkuyu değil, cesareti ekebildiğimiz bir yıl dilerim…

 

 

Yorumlar